CANLI MAÇ YAYINI
Bundan böyle TRABZONSPOR'un maçları canlı olarak burada.
Yayınlar maç saatlerinde aktif olacaktır.
Yayının sitemiz ile bir alaksı yoktur, hali hazırda internette açık olan ve her kesin kolayca ulaşabileceği yayın linkleri kullanılmaktadır.

11 Şubat 2008 Pazartesi

En Büyük Taraftar

En Büyük Taraftar (Nihat Genç'in yazısı)

Yıl 1976, Trabzonspor İzmir' de Göztepe' yle berabere kalırsa, şampiyonluk ilk defa Anadolu' ya gelecek. Kabarmış heyecanımız nereye koysak durmuyor, mahallede arkadaşlara, başkandan araba isteyelim dedim. Trabzonspor başkanı, un fabrikası sahibi Şamil Ekinci. Gülbahar' dan Aga Mesut, Faroz' dan Üveyiz ve ben, taksiyle fabrikaya gittik, başkanın odasına girdik. Taraftarlar olarak otobüs istiyoruz, maça gideceğiz, dedik. Yumuşak huylu, çok tatlı bir adam, derin bir sevinçle hiç soru sormadan telefonu kaldırdı, Kanberoğlu şirketini aradı. "iki otobüs verin, çocuklar İzmir' e kadar gidecek", İstanbul' da Galatasaray' la kupa maçımız da var, diye araya sokuşturduk, telefonda : "ordan İstanbul' a geçecekler, sonra geri gelecekler..."

iki otobüsü Gülbahar Mahallesi' nde parkın önüne çektik, Faroz, Arafil Boyu, Gülbahar gibi büyük mahallelerden onbeşer kişi, Bahçecik, Hacıkasım, Yenicuma gibi diğer mahallelerden beşer kişilik kontenjan ayırıp haber gönderdik. Yer kavgası, dövüş , hakaret, otobüslere bindik. Otobüs Giresun sınırı Aksu Tesisleri'nde ilk molayı verdiğinde, neye uğradığımızı şaşırdık. Hiç kimsede para yoktu. Ttüm otobüs gülmekten kırıldık. Mahalle dayılarından biri (ismini vermiyorum, bugünkü itibarı sarsılır) ilk nutkunu verdi: ".mına koduğumun uşakları paranız yoktu, niye bindiniz!". Arafil boyundan Aga Mustafa' yı hatırlıyorum. Gama Bülent uzunboylu, babayiğit bir çocuk, bir de Bokludere' den Sultan' ı , ufak tefek bir oğlan ama bela, kavgasız dövüşsüz günleri yok, bir de Faroz' dan ünlü Arap' ı. Elimizde davullar, bayraklar. Yemeği bitirdikten sonra topluca kasanın önüne geliyor, "Trabzon- Trabzon " diye bağrıyoruz. Çocukların yüzlerinde zaptedilmez bir şehvet, azgın bir zalimlik anadan doğma huyları. Pis dişleri, sırıtan dudakları , hemen herşeyi sarsarak yoklamaları, sağa sola şeytani tekmelerle çeki düzen vermeleri, alaylı gülüşleri, küfürleri dayanılacak gibi değil . Hayatlarının tek bir gününü tatlı bir huzurla geçirmemiş zincirlerinden boşalmış tam bir serseri konvoyu. Garsonlar, ahçılar, müşteriler başımıza toplanıyor. Farozlu çocuklar "Espiye Deresi'ne taşköprü kurulacak" oyun havasına kendi uydurdukları bir tür çiftetelliyle ortada oynuyor, biz el çırpıyor, tempo tutuyoruz. Bağırmaktan şakaklarımız zonkluyor. Üveyiz müdüre yanaşıp "senin analayacağın dayı, bu .mına koduğumun uşaklarının hiçbirinin parası yok!".

Samsun sınırına gelmeden hiçkimsede ses kalmadı, bir de otobüs içinde sinir yıpratıcı kavgalarla birbirimize giriyoruz, sürekli acıkıyoruz, küçük bakkallar önünde durup, yüz kişi içeri dalıyor, domates, sigara, hıyar, karambole getirip, taşıyoruz. İçimizde tek kişi bile acıksa, otobüsü durdurup tarlalara dalıyoruz! Şehirden uzaklaştıkça ateş gibi parlıyor, fişek gibi patlıyor, köpüre köpüre şeytanlaşıyoruz. Ve sonra otobüs içinde ganimetleri pay ederken yine suratlarımızı delip geçen, alevli küfürlerle birbirimize saldırıyoruz.

Ankara' ya kadar lokantalar hesap vermeyişimize bozulmadı, "şampiyonluk hediyesi" olarak coskumuzu alkışladılar, bu tölerans, bu gurur duygularımızı en şiddetli noktalara taşıdı, Trabzon, Ankara güzergahında bir namımız vardı. Araba, Afyon' a doğru harekete geçince başka bir ülkeye girdiğimizi anladık, rüya bitmişti, bağırmalarımız, sloganlar, davul para etmiyor, garsonlar ellerine bıçak alıp kapıya diziliyorlar."Kimse para vermeden çıkamaz!". Bu bizim için boğaya kırmızı göstermek, kavganın açılışı genellikle hep şöyle olur, Farozlu çocuklardan biri Arap' ın yanına gidip "Arap şu garson var ya sana ana avrat küfretti!", Arap, " hangi .mına koduğumun çocuğu göster bana!", lokantanın ortasında garsonlar yere yatırılır, masalar dağıtılır, kavgaya girmeyenler, sırf şenlik olsun diye mutfaktaki tabakları tavanda kırarak çatışmaya akrobatik renk katıyorlar. Lokanta sahibi yalvar rica araya giriyor, para-mara almadan, kapıya atıyorlar bizi.

Afyon' da efelenen garsonlarla gerçek bir meydan savaşı verdik, çünkü öylesine yanından geçtiğimiz lokantanın önünde üst üste dizili yüze yakın bira kasası görmüştük. Biz içerde kavgayı başlatacağız, bir bölük dışardan kasaları otobüse yükleyecekti. Afyonlular ellerinde sopa, on-yirmi kişi, hücuma geçtiler, bizim çocukların ellerinde hiçbir kesici alet yok, ancak üstün yetenekli küfürleri ve her an pislik çıkartmak için geliştirdikleri keskin görüşleri var, bir de kavga anında hipnoza girer gibi, öfkeden çılgına dönüyorlar, dövecek adam kalmadığında boş bir masayı saatlerce tekmeleyip, yumruklarını indirip ya da hiç gereksiz boş bir merdiveni sökmeye başlıyorlar! Yani, efelerin hiç sansları yok. İçimizde tek mağdur Kanberoğlu' nun şoförleri. Araya giriyor, yalvarıyor, rezil olduk firmamız mahvoldu, diye bağırıyorlar, dinleyen yok. Şoförler kendi aralarında plan kurdu, hepimiz topluca yemeğe indiğimizde dağ başında otobüsleri kaçıracak, tedbir olarak otobüsün içinde adam bırakmaya başladık. Ve şoförler bizi dinlememeye başladı, otobüsten biri "işeyeceğim dur" diyor, şoför durmuyor, çocuklar çok geçmeden otobüs koridorundaki tüm çöp kovalarını ağzına kadar sidik dolduruyor, yani şoförler bir nevi "rehin" kalmıştı elimizde. Bir başka ülkenin topraklarındaydık, ya da herkesin beyninde bir kabuk çatlamıştı, sürekli boğuşan, dalaşan başıbozuk kalabalık girdiği dükkanları soyup otobüse taşıyor, yine mahallenin dayısı otobüsün mikrofonunda nutkuna başlıyo: "mına koduğumun hırsızları, şerefsizsiniz ulan, trabzonun adını rezil ettiniz orospu çocukları, bir daha yapan olursa otobüsten atacağım..." Sonra "getirin ulan malları!" getiriyorlar, teker teker bölüştürülüyor. Ve son gücümüzle bağırmaya başlıyoruz, ön taraf: "bordo!", arka taraf: "mavi!"...
Bordo-mavi, bordo-mavi İzmir' e girdik. Konak Basmahane' de otobüsten indik, önce meydanda bir tur sonra Kordon'u baştan sona, sonra, tek tek birahanelerin önünde, biz geldik, turu attık. Askerliğini İzmir' de yapan on-onbeş Trabzonlu asker de karıştı araya. Faytonlara doluştuk, para vermeden şehir turu attık. Neşeden bir buluta binip durmaksızın içerek, birbirimize sarılarak uçuyorduk. Rüya gibi şu sahne, kalabalık slogan atarak ilerlerken, önümüzden ağzına kadar çilek dolu bir el arabası geçiyor, kalabalığın içinde bir müddet kayboluyor, arkadan araba çıktığında, dağ gibi yığılmış çileklerden birkaç çürük kalıyor tablanın ortasında. İşportacı neye uğradığına şaşırıyor. Bademciler, midyeciler, hıyar soyup satanlar, pilavcılar, hepsi nasibini alıyor. İzmir Basmahane' de yarım saat içinde tek bir işporta tezgahı kalmadı.

Basmahane' de büyük ve eski bir otele yerleştik. Farozlu çocuklar yaşlı otel sahibine, kendilerini "baba bak, bu Trabzonsporlu Turgay, bu Cemil yarın maçları var" diye takdim ediyor. Otelin içinde sabaha kadar davul çalındı, biralar içildi, yataklar yetmedi, halı, kilim sandalye görülen her yere kahramanlara yaraşır şekilde sızılıp kalındı. Sabahın altısında bir alarm verildi, sessizce herkes uyandırıldı, hiç sebep yokken "bu otelci ibne fenerliye benziyordu!" diye perdeler söküldü, çarşaflar yırtıldı, topluca beş kuruş verilmeden otelden kaçıldı. Akşam ekibin yarısı gruptan ayrılıp, kırk- elli kişi geneleve gidiyor, parasız oldukları anlaşılınca genelev sokağında camlar çerçeveler iniyor, kadınlar topluca hücuma geçiyor, otelden konak meydanında doğru yürürken, pantolonsuz, ayakkabısız, İzmir sokaklarında üşüyerek bizi arayan arkadaşları gördük! Maçtan sonra tekrar gidilip intikam alınacak, planlarını yapıyorlar. Acilen İzmir' deki Trabzonlu esnaflar bulundu. Topluca mağaza önüne gidiyor, davul çalıp, slogan atıp, bordo-mavi bağırıyor, tozu dumana katıyoruz. Trabzonlu hemşerimiz dükkan önüne çıkıp horona başlıyor, şu yeryüzü topraklarında ancak bu kadar mutlu bir adam, sanki gurbet ellerinde, otuz senedir, Orta Asya' dan gelecek hemşerilerini bu an, bugün için beklemiş. Silahı çıkartıp havaya sıkıyor. Hayatın en büyük zaferi gibi esnaf komşuları ona sarılıyor, tebrik ediyor, o herbirimize sarılıyor, ağlıyor. Ve gerçeği söylüyoruz, "maça gidecek paramız yok!". Kendinden geçmiş adam tomar tomar paraları önümüze atıyor. Bir başka hemşeri dükkanını arıyoruz, bir manifaturacı, Trabzonlu, Anadolu' dan kopup gelen bu kalabalığı bir kurtarıcı gibi karşılıyor, iki saniyede samimi oluyor, "ula hiçbirinizi bırakmam, yengeniz sizi bekliy!", "yapma dayı iki yüz kişiyiz, eve sığmayız !", "gelmeyen olursa .mınıza korum sizin!, hepiniz geleceksiniz!". Adamı durdurmak mümkün değil, kendinden geçip, "girin şu dükkana, canınız neyi istiyorsa alın!", dükkanını yağmalatıyor. Talan edilirken sevinçten ağlıyor. Dükkandan çıkan herkesin ellerinde sütyenler, içdonları, ibrişim makaralar, hemşeri dayı dükkandan çıkanların alınlarından öpüyor, bağırıyor sokağa: "koduk, koduk, koduk, İstanbul' un .mına koduk, koduk uşaklar, anasını .iktik İstanbul' un ...". Herkes ağlıyor.Yaka bağır açılmış. Adam bayılmış. Kimse su vermiyor. Kimse adamı ayıltmak için yanına eğilmiyor. Etrafını davulla çembere alıyor, bayrakları üstüne serip, bağırarak ağlıyor herkes : " bordo, mavi, bordo, mavi... trabzon, trabzon!". Bayılan hemşerimiz esnaf , gözleri faltaşı gibi açılmış, bir manda gibi güçlü, yoldan geçen arabalara saldırıyor, tutmak imkansız, bağırıyor arabalara: "milyonluk eşşekler, milyonluk eşşekler!", (bu çok revaçta bir slogandı, İstanbul takımlarındaki futbolculara söylenirdi.)
Yağmanın tuhaf bir coskun tadı var, Orta Asya günlerinde, hanlarda yağma şölenleri düzenlenirdi. Talan kültürü hırsızlık, namussuzluk, değil, çözemediğimiz, insan ruhunun temelinde bir tuhaf bölüşme, yani malların "kendinden geçmesi", eşyaların mülkün "kendinden geçmesi" gibi bir duygu. İnsani şekle sokamadığım bir içgüdü, ama talan ettiren insan bir an evvel kendini evliyadan yüksek bir gurur içinde görüyor.

Alsancak Stadı'na geldiğimizde bir biletle on kişi girmeye çalıştı, girenler içerde tertibat aldı. Uzun ipler sarkıtıldı dışarı, 19 Mayıs Bayramı'nda gibi üç dört kişi omuz omuza yükseldi, kale bedenine saldırır gibi. Üst tribünü polis bize verdi. Koskoca tribünde kabak gibi ortadayız, çünkü sadece iki yüz kişi kadarız. Tribün çıplak. Alt tribünde, beşbinin üzerinde ve düzenli tezahürat yapan göztepe seyircisi. Başetmek imkansız. Farozlu çocuklar,Ttrabzon tarihine geçmiş, 157 metrelik şerit bayrağı tribüne çekti. Bayrağın başına nöbetçiler koyuldu. Göstepe' nin düşmemek için bir puana ihtiyacı var. "Göz –Göz göztepe" diye başladılar, "ibne trabzon" diye bitirdiler. Bitirmeyceklerdi. Mahalle kabadayılarından biri aşağı tribüne bir nutuk çekti: ".mına koduğumun Göztepelileri, bir puan vereceğiz size, sesinizi çıkartmayın, biz burdan şampiyonluğu alıp, akşama döneceğiz!..". Göztepe seyircisi susmadı. Hiç kimsede ses kalmamış. Tribünün üstünden on-on beş çocuk onar metre aralıklarla dizildi, sonra hep birlikte pantolonları aşağı indirip, aşağı tribünün üstüne işemeye başladı. Göztepe seyircisi kaçışmaya başlayınca, onların tribünü de kelleşti!

Trabzon denildiği gibi yaptı, beraberliğe yattı, bir puanı bıraktı. hakemin son düdüğüyle fetih tamamlandı. Film koptu. Hayatımın hiçbir dönemi hiçbir filmde, hiç bir yerde görmediğimiz, duymadığımız bir şekilde o an ikiyüz seyirci transa girdi, yüz seyirci sıra nöbetine tutuldu. Delirmiş, çıldırmış, çapulcu sürüsü gitmiş, ağlayarak yerlerde yuvarlanan, kendinden geçerek eli kolu kaskatı geçilerek bayılmış onlarca çocuk! Herkes bir yerde baygın şekilde titreyerek ağlıyor, ya da bayılanları ayıltıyor. Heyecan dalgası bedenleri en üst noktada kazıklaştırmıştı. Doktor değilim, tıpçı değilim, beş on çocuk heyecadan acı çekerek kaskatı kaldılar! Coşku yerini sakinliğe bıraktı, gurur yerini kadere bıraktı, herkes iç çekerek, hıçkırarak ağlıyor kimse kimsenin yüzüne bakmıyor, bir kenarda çömelmiş düşmüş, kıvrılmış çocuklar, isli bir lambanın alevi gibi kendi başına ağlıyor! Ve nasıl olduysa, davulcular davula vurmaya başladı, bir kaç delikanlı ünlü Espiye Türküsü' yle oynamaya başladı, işte orada, üstünü başını yırtanlar, herkes birbirini parçalıyor. Parçalanma hali, oyun eşliğinde yükseliyor, davul hızlanıyor, acayip, baş, ayak hareketleri, düşüp bayılana kadar. Hırsla gişelerin demirleri kopartılıyor, kopartılan demiri kendi kafasına vuruyor. Bu dünyada ulaşılacak arzuların en sonuna gelmişler gibi, yeni bir din sevinci, bir ihtilalin ilk günü gibi, çok "ünlü" birşey oldu bu sokakta, gece karanlığında ıssız dağlar başında vahşi hayvanlarla danseden Afrika büyücüleri gibi hepsi. Trabzon bayrakları yırtılmaya başlandı, bayraklara dişlerini geçirerek yırtıyorlar, "bitti artık koduk İstanbul' un .mına!", ya, kudurarak göklere uçan köpeklerin ruhundan birşey, ya, yarıştan yeni çıkmış İngiliz atlarına terli terli içirilen şampanyalar gibi... Tepişme, gurur, zevk, acı, herey önce bir felaket gibi sardı bedenleri, şimdi, gayipten heber veren kahinler, falcılar, müneccimler benzeri tırnak ve el kol hareketleriyle vücudlarında derileri pençe sıyrıklarıyla kazıyorlar. Dibine kadar esrar içimiş vahşi köpekler! Köpürmüş neşe, ağızlarda tutkal gibi köpürüyor. Bedenler denizin ortasında kasırgaya tutulmuş bir kibrit çöpü gibi. Bu anı, hiçbir şekilde, hiç kimseye anlatacak kelime yok. Sopalar kırbaç olup birbirini dövüyor, şişeler kafalarda kırılıyor. Ve o, an işte, Alsancak Stadı' nın beton duvarına uçarak kafa atma eylemi başladı. Sersemleyip yere düşüyorsun, doğrulup tekrar geri çıkıp, yeniden uçarak betona kaf ... Yeni gerilip gerilip uçarak betona kafa! Bayılana kadar! Alnınınız parçalanıncaya, şişler boynuz gibi yumrulaşıncaya kadar!

Zafer, çapulcuların kahramanlaştığı o andır, zafer, kuvvetin tek bir bedende toplandığı o andır, zafer, tarihin aklını çelmektir, zafer ruhumuzu bedenimizden uçurtan o andır! Zafer , damarlarını çatlatarak bu ağır hayatın altında büyüttüğümüz bu bedenin duyduğu en büyük şehvettir! Zzafer, bütün çaputcuları kahramanlarştırır, o yüzden tarihin o günü, ordaydık, biz yüz taraftar! Türk medyasının Ertuğrul Özkök' lerin Reha Muhtar' ın, Ali Kırca'ların, Tansu Çiller' lerin neden İngiltere' ye koştuğunu anlıyorum, çapulcular, kahramanlık yağmalanırken, orda olmak zorunda!

Taşaklarını karıştırarak yeşil yeşil kusan bir delikanlı, kustuğu yerden bağırdı: ".mına koduğumun uşakları, toplanın kupayı almaya İstanbul' a gidiyoruz" (Tuhafınıza gitmesin, kimse, arkadaşlar çocuklar diye hitap etmez, bir nutuk şekli hitabettendir, .mına koduğumun uşakları cümleri, burda küfür yoktur, sevecenlik dostluk bildirir. Trabzonlu eski bir yöneticiyle lüks bir lokantadayız, garson, "buyrun ne emredersiniz" dedi, bizimki:" .mına koduğumun uşağı bir buçuk kıymalı getir" dedi , ürktüm , abi buralarda söyleme böyle rezil etme bizi, der gibi oldum. garson, bu dili iyi anlıyor, gülerek, şakalaşarak servisi tamamladı.)
Otobüsler Çanakkale Boğazı'na Ecaabat'a vardığında hayattan artık hiçbir şey beklemeyen kahramanlar yorgunluktan uyumuştu. Ancak, öc almak isteyen maceracılar boş durmamış Ecaabat'a araba vapurunun hemen orda, sağda, turistik eşya satan bir dükkana girip, dükkan sahibini konuşturmaya tutup, arkadan kasalarla, koli koli anahtarlık, oyuncak ayılar, bebekler, ağızlıklar, yüzlerce tesbih çalıp otobüse boşalttılar. Mahallenin dayısı yine nutkuna başladı: ".mına koduğumun uşakları, trabzon'u şanına leke sürüyorsunuz, şampiyonluğumuza leke sürmeyelim uşaklar , getirin bakayım kolileri!" Koliler geliyor herkese pay ediyor. benim kucağıma da dört-beş maymun, üç-beş tesbih, maskot atılıyor. Arabanın önünde oturanlar, Tekirdağ' dan geçilirken, mürefte yakınlarına sızıp bir şarap fabrikası soyulması planları yapıyor. Şoför, anayoldan çıkmam diye diretiyor. Bir bakkaldan on-onbeş şişe şarap çalınıp, iş tatlıya bağlanıyor. İstanbul göründükçe, uykulu gözler açıldı, otobüsün tüm koltuklarını dehşet dolu bir pervasızlık sarmaya başladı. Cepte beş kuruş olmadığı için, ilk durak Kapalıçarşı. yan tarafta Mısır Çarşısı' nda Trabzonlu esnaf bulunuyor. Sokakta iki saat süren bir tezahürat, paralar toplanıyor. Hiç gerek yokken, döner tezgahından döner çıkartılıp grubun ortasına getiriliyor, dişleyenler, kopartanlar, soplar, döner kılıçlarıyla çarşı birbirne giriyor. Aklımızda iki acil program var, bayraklar ve fişekler. Kutu kutu fişekleri alıyoruz. Büyük bayraklar yeniden özenle büyük sopalara çekiliyor! Galatasaray maçında tribünün önüne beş-altı büyük bayrak çıkartıyoruz, o günün fotoğraflarına bakın, Ali Sami Yen o büyüklükte bayrakları o gün görüyordu. Polis saldırıya geçti tribüne. Bizden bir kişi alıp, sekiz- on polis ayaklar altında dövüyor, sonra çeke çeke dışarı çıkartıyor. Biz polise saldırıya geçiyoruz, içimizde ağzı burnu parçalanmayan kalmadı. Polis demirkapıların arkasına saklanıyor, bir pundunu kollayıp tekrar saldırıyor. Ve taktik olarak , tribünün arkasından yine bir kişi alıyor, yine tekmeler altında sürükleyerek dışarı çıkarıyor. Polisle iki saat süren bir çatışma. Tribünde bayrakları havalandıran çocuklar dışında hiçbirimiz bir saniye olsun maça bakamıyoruz. kupayı Galatasaray alıyor, dışarı çıktığımızda toplanıp polis arabalarına saldırı, sonra Galatasaraylı dövmek için sokak aralarına dağılıyoruz, yüzlerce mont, eşofman, sarı- kırmızılı bayrak topluyoruz. Taksim Meydanı' nda taktik geliştirip, sarı- kırmızılı bayraklarla bağırıyoruz, bayrağı gören Cimbomlular keklik gibi düşüyor, tam zamanı deyip çocukları paramparça ediyoruz. Tekrar gelen yok, tekrar sarı- kırmızılı bayrakları sallıyoruz, staddan yeni gelmekte olan Cimboluları tekrar tuzağa düşürüp... İyi cins, kalite, üç-beş mont yüzünden kafile içinde sert tartışmalar Trabzon' a kadar sürdü!

Viyana kapılarından dönen Osmanlı Orduları gibi, İstanbul' dan "cumhurbaşkanlığı kupasında ananızı .keceğiz" deyip geri döndük. Kafile ani bir kararla, Beyoğlu'nun tüm arka sokaklarında o zamanlar zibil kadar çok, otel adı altında genelevlerine taşındı. Giren çıkmıyor otellere. Otobüsü kaldıramıyoruz. Gecenin iki-üçüne kadar pavyonlardan gelecek çocukları bekliyoruz. Toplamak için çocukların peşinden gidiyorum, otel odalarında gördüğüm sahneler, aile var, anlatamam. çocuklar karılarla sabahlamış ve para vermiyorlar, tüm otellerin pezevenkleri sokağa doluşmış, otelden dışarı çakamıyor bizmikiler, çocuklar pezevenklere saldırırken , "karı satılır mı ulan, kavatlar, orospu parasıyla ekmek yenir mi?" diye saldırıya geçiyor, ayakkabıları, gömlekleri otelde kalmış.

Ankara' da otobüs mola veriyor, tuvaletten döndüğümüzde otobüs kaçmış. Parasız Ankara ' nın göbeğinde kalıyoruz. Nerden para bulacağız diye turlarken, Eski Teminal' den Tandoğan' a ordan Beşevler' e kadar yürmüşüz, tam önüme beyaz bir güvercin düştü. Elime alıp sevmeye başladım. Kahveden bir adam yanıma koştu. "Arkadaşım seksen lira veririm bana ver !" otobüs parası otuz lira, seksen, çok para. Kuş parayla satılır mı, pirelendim bunda bir iş var. Biri daha geldi. "arkadaşım kandırıyor seni, bu kuş en az 150 lira eder!". Cebeci İstasyonun' un yanında 130 liraya beyaz güvercini sattık, terminale koşup, Trabzon' a döndük.

Bir kaç yıl sonra çoktan Ankara' ya yerleşmiştim, bir gece evde yoktum, sabah eve geldiğimde evin önünde iki otobüs Ankaragücü maçına gelmişler, kapıyı kırıp içeri girmişler, halı kilim, buldukları her yere uzanıp yatmışlar, yetmemiş , kilimleri apartmanın merdivenlerine çıkartıp, on- onbeş kişi de orda uyuyakalmış. Tam bir felaket! "Aaaa Gara Nihat gelmiş" diye ayaklandılar, sarılacağım, sarılamıyorum, hoşgeldiniz diyeceğim , diyemiyorum, bu belayı başımdan nasıl atayım, hepsi arkadaşım. Bir kaç yılda, kitaplığımda üç yüz, dört yüz kitap taşımıştım, değişen sadece buydu hayatımda. İçlerinden biri "ne yazıyor Gara bu kitaplarda " dedi "bilmem" dedim, "hepsini okudun mu?" "eh işte "... topluca maça gittik. Maratonun yarısını polis bize verdi. Ne olduysa bizimkiler yan tribüne saldırıya geçti. Tribün boşaldı. Polis çember kurarak bizim tribüne saldırıya geçti, dairenin içine sıkıştırdı, joplarla maçın henüz başında bizimkileri stadın dışına çıkarttı. koskoca tribün nasılsa polis bana dokunmamıştı, ben de eskisi gibi taraftarın ortasında başrollerde değildim artık. o boşalmış tribünün tam ortasına gidip tek başıma oturdum. Ankaragüçlüler tek kişiye dahi tahammül edemedi, saldırıya geçti, kımıldamadan, yerimde oturdum. İki sıfır yenildik, zaten Ankaragücü' ne şansımız tutmuyordu.

Aynı mahalleden birlikte top oynadğımız arkadaşlar, ilerleyen yıllarda şampiyon Trabzon kadrosunda efsaneleşti, hikayelerini gazatelerden okudum. Milliyet Gazetesi spor servisinde her pazar akşamı, yıldız değerlendirmeleri geliyordu, gizlice, Trabzonspor' un ,Akçabaat Sebatspor ' un tüm futbolcularına üçer yıldız koyuyordum. Bir de Milliyet Gazetesi Yılın Sporcusu Anketi düzenledi,Mmilliyet' in onbinlerce iadesi depoda duruyordu, tek tek kuponları doldurup, Şenol Güneş adına kutuya attım, o yıl Şenol Güneş yılın sporcusu seçildi.
Holiganlık bir gençlik hastalığıdır onu kimse tutamaz. Bu hastalığı birçok kirli politakacı, kirli işadamı kullanıp, kahramanlıktan, pay ister, zaferin gölgesinde kirli hayatlarını, kirli paralarını temize çekerler, bu yüzden Trabzonspor' dan soğudum. Hiç kuşkunuz olmasın, Osmanlı Orduları' ndaki genç levendler de aynı azgın alevli heyecanları duyuyordu. Bu gençlerin ateşi dindirmek için Anadolu' da binlerce dergah açıldı, yüzlece tarikat kuruldu, bu ateşi dindirmek, ehlileştirmek için. O gün, padişahlar kullanıyordu bu genç alevi... Bugün futbol heyecanıyla gençlerin delirmiş alevini büyük işadamları kullanıyor. Trabzonspor böyle oldu, tüm futbol takımı tarihi böyle oldu. Bizler gençtik, kudurmuş delilerdik, gerçekten, Tanrı' nın yarattığı hayvanlar gibi sahici vahşilerdi, birileri bu "vahişiliği" kullanıp köşe oldu, olmaya devam edecek. Kitaplarımdan bunu öğrendim, bu yüzden Trabzonspor' uma rağmen, yazarlık hayatımda tek bir futbol yazısı yazmadım.

Ben 13-14 yaşındayken kale arkasında top topluyordum antremanlarda, maçlarda iki buçukluk yapıyordum, Şenol Güneş' in nasıl iyi kaleci olduğunu bilirim, bazen topu tutamıyor, kale arkasından ben uçuyordum. Seyirci kahkahalarla alkışlıyordu bir müddet. Çok seviyordum bu alkışları ve bu uçuşları. Bazen içimden şöyle bir ses geçiyordu: "Şenol tutamasın topu, ben uçayım", bunca sevmeme rağmen Şenol' u neden böyle düşünüyordum. Çünkü ben de insanım, ben de alkış istiyorum, bu zafer onların zaferi, bunu çok düşündüm, topu, Türk Edebiyatı' nın ortasına doğru sürmeye başladım. Birgün anasını .ikeceğim diyorum, İstanbul' daki, edebiyatçı milyonluk eşşeklerin, bakalım... Asla başkalarının kahramanlıklarını yağmalamayacağım. Ama tarihinin en kötü futboluna rağmen gözüm dalıyor bazen maça, ".mına koduğumun uşakları" diye gizli, pervasız, Allahsız bir sevinç hüzünle dolduruyor içimi. Aynaya baktığımda suratımda o günlerden kalma, köpek kıçındaki yarık gibi itliği hala orada görüyorum. Ve şimdi çok daha iyi anlıyorum, hepimizn gerçek takımı Fener' dir. İbne, puşt, birbirinin kuyusunu kazan orada, arkasından konuşan orada, ruhsuzlar orada... Hepimiz Fenerliyiz, ruhumuza en uygun Fenerbahçe, birgün Pendik' e yenilir, ertesi gün Manchester' ı yener. Eğer bir takım tutacaksanız, Galatasaray' ın o klas, centilmen, çok bilmiş, ağırbaşlı havalarına kanmayın, yarın açıkta kalırsınız, biz, birbirimizle dalaşacağımız, küfürleşeceğimiz insanlar olmadan yaşayamayız.

Nihat Genç

Hiç yorum yok: